Ev Nedir
Ev bir kimsenin ya da ailenin içinde oturduğu yerdir. Mağaradan gökdelene, kulübeden villaya, düzensiz kasaba evlerinden kentlerin halk tipi yerleşme merkezlerine dek içinde oturduğumuz evin tarihi, birçok açıdan uygarlığın, insanlığın, toplumsal yaşamın, alışkanlıkların da tarihidir. Evle onun vazgeçilmez donatımlarını (merdiven, asansör, süpürge, elektrikli ev aletleri, soba, termosifon vb.) inceleyerek, özellikle teknolojinin gelişmesi izlenebilir.
Günümüz evlerinin en belirgin özelliği hemen her bölgedeki evlerin birbirlerinin aynı olmalarıdır. Doğudaki evlerle batıdaki evler, Norveçdekilerle Güney Af-rikadakiler arasında büyük bir fark yoktur; tıpkı düşünce biçimindeki temel ayrımlara karşın, giyim ve davranış biçimlerinin birbirine benzemesi gibi.
Geç-miştekinin tersine bugün bir Japonun kat mülkiyeti kuralına dayalı dairesi ile, bir Almanın veya bir Italyanmki arasında önemli bir ayrım bulmak zordur. Bir işçinin eviyle bir işve-reninki arasında da benzerlikler vardır. Bu konutların tümü duvarlarla örülmüş, sıvayla kaplanmış, boyanmıştır. Pencereler camlıdır. Elektrik, akarsu vardır. Her dairenin banyosu, mutfağı olup değişik sayıda odalardan oluşur.
Tahtadan, taştan ve kardan evler: Eski çağlarda iki yerleşme biçimi vardı. Avcılık yaparak yaşayan, bu nedenle sürekli yer değiştiren göçebeler büyük ağaç gövdelerinde kulübeler, hayvan postlarından çadırlar, yaprak ve ağaç kabuklarıyla korunaklar yaparak bunların içine yerleşirlerdi. Suya yakınlığı, iklimin elverişliği gibi nedenlerle bir bölgede yerleşmeyi yeğleyenler ise sürekli olarak oturabilecekleri birbarınak yapmanın ve zamanla bunu büyütüp genişletmenin yollarını aramaya başladılar.
Bunun için bulundukları bölgenin olanaklarını kullandılar. Taştan, tahtadan, çamurdan ya da kamıştan kulübeler yaptılar. Başını sokacak bir yer arayan insan bu amaçla kardan bile yararlandı. Günümüzde bile Eski-molar iglo denilen buzevlerinde yaşarlar. Zamanla insan tcprağı pirişip daha da sertleştirmeyi öğrendi (killi toprakların olduğu yerlerde). Böylece tuğla bulundu ve daha dayanıklı evler yapılmaya başlandı. Ev yapımında sağlanan gelişme, bir süre sonra yerini süsleme kaygısma bıraktı, öyle ki, kullanışlılık kavramı bile unutuldu. Arkeolojik kazıların ortaya çıkardığı bulgular bunu doğrulamaktadır.
Şatolar ve saraylar: Ortaçağda geniş halk yığınları hâlâ in gibi yerlerde, birbirleriyle mücadele eden soylu beylerse, güvenceye öncelik tanıyan evlerde yaşamaya devam etmişlerdir. Soylular arasındaki çekişmeler yüzünden, Ortaçağ şatosu bir yerleşme birimi olmaktan çok bir kale görünümündedir. Duvarlar korunma amacıyla yüksek ve kalın, pencerelerse bir yarık biçimindedir.
Şato düşmanın girişini zorlaştırmak için yüksek tepelere yapılır, içi suyla dolu derin çukurlarla çevrilirdi. Şatoya girebilmek için kalkıp inen bir köprüden geçmek gerekirdi. Tehlike durumunda köprü özel bir manivela-makara düzeniyle kaldırılır ve dışarıyla bağlantı kesilirdi. Şatonun çevresindeki kırsal alanlarda, birbirlerinden uzak köy evlerinde ya da birkaç evden oluşan küçük köylerde çiftçiler yaşardı. Bir düşman sıldırısı başgöster-diğinde, köylüler davarlarını da alarak şatoya sığınırlardı. Kentlerin de çevresi savunma amacıyla kalın surlarla çevriliydi.
Yanyana dizili evlerin arasındaki yollar çok dardı. Bunun bir nedeni de kenti çevreleyen surların düşman tarafından aşılması halinde savunmayı kolaylaştırmaktı. Nüfus arttıkça, evler üstlerine kat çıkılmak suretiyle yükseltiliyordu. Kentlerde derebeyine ve yöredeki soylulara bağlı olanlardan başka, zanatkarlar ve tacirler yaşıyordu. Ortaçağ kentlerinde hemen hemen her ev, konut ve işlik olarak iki yönlü bir işleve sahipti. Giriş katında çalışılır, üst katlarda yemek yenir ve yatılırdı.
Bu evlerde usta ve çıraklar çoğu kez birlikte yaşar ve çalışırlardı. Aynı odada yatılırdı. Bu evler çoğu kez ahşap olurdu. Soylular ise heykel ve resimlerle mobilya ve biblolarla donatılmış evlerde otururlardı. Rönesans güzellik kavramının yaygınlaşmasına yol açtı. Ticaret gelişti. Para bol-laştı. Yaşam koşulları yükseldiğinden, isteyen bir ev sahibi olabiliyordu.
Artık saraylar kalelere benzemiyordu. Konut işliklerin yerini, burjuva evleri almaya başladı. Evin kadını ev içinde işçi görmek istemiyordu artık. Erkek gündüz işe gidiyor evin düzenlemesi kadına kalıyordu.
Lüks konutlar ve halk konutları: Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda Avrupa’da villa yapımı moda oldu. Zengin aileler, kırsal alanlarda çiçekli büyük parkları olan görkemli konutlar yaptırdılar. Kentlerde varlıklılar güzel meydanlar ve bahçelerde süslü mahallelerde yaşarken, yoksullar ucuz kiralı halk konutlarının bulunduğu mahallelerde toplandılar. Eski Roma’da olduğu gibi bu evler de sağlık koşullarından yoksundu. Pislik içindeki Roma "insula"ları sadece ad değiştirmişti.
Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında ilk kez fabrikaların yanında işçi aileleri için işçi evleri doğdu. Yeni kent merkezleri, yeni yerleşim merkezleri oluştu. Bacaların dumanlarından çıkan dumanlar çevreyi kirletmeye başladı. Bu arada yeni bir sınıf ortaya çıktı. Bunlar, bürolarda çalışan memurlardı. Memurlar gelirlerini tutumlu kullanarak yeni bir yaşam biçimi geliştirdiler. Giderek bugün kullandığımız konut tipleri ortaya çıktı. Yirminci yüzyılın ilk yarısında, büyük evlerin yıkılıp gitmemiş ya da otele dönüştürülmemiş olanları, küçük dairelere bölündü. Eskiden bir aile ve uşaklar tarafından kullanılan alanlara on, yirmi aile yerleşti. Evlerin şatafatı azalmış fakat rahatlığı artmıştı.
İkinci Dünya Savaşı konut sorununu yeniden gündeme getirdi. Bombardımanlardan yıkılan kentlerin yeniden yapımı düzensiz gelişmeye de yol açtı. Ünlü bir mimarın yaptığı bir gökdelenin yanında, kalfa elinden çıkmış yapılar da yer aldı. Kentler bir yandan gökyüzüne doğru yükselirken, bir yandan da kırsal alanları daralttılar.
Kentlerin çevresinde bir yandan lüks konutlar ve uydu kentler, bir yandan gecekondular doğdu. Yapılarda demir, cam, alüminyum, plastik maddeler kullanılmaya başlandı. Dünyanın dört bir yanındaki evlerin birbirlerine benzemeye başlaması gittikçe artan nüfusun konut gereksinimini karşılama zorunluluğunun kaçınılmaz bir sonucudur.